29 Ekim 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti millî ve laik bir esas üzerine kuruldu. Kurulur kurulmaz da 13 asır boyunca İslam ile idare edilen, İslami fikirlerin ve duyguların hâkim olduğu topluma gayri İslami fikirler dayatılmaya başlandı. Hayatın her alanında devrim adı altında zulümler yapıldı.
Zulmün en büyüğü ise Müslümanların yönetim nizamına yapıldı. Ve 3 Mart 1924’te Hilâfet kaldırıldı. Sömürgeci kâfirler, Hilafetin ilgasından sonra beldelerimizde batı kanunlarını direkt olarak uygulamaya başladılar. Bu kanunları İslâmi kanunlar olarak değil medeni kanunlar olarak uygulamaya başladılar. Böylece şerî hükümler terk edildi, İslâm hükmü uzaklaştırılıp küfür hükmü yerleştirildi.
Bu hususta kendilerine yardım eden faktör, yönetimin temelini ve hayatla ilgili bütün hususları, öğretimde ve eğitimde çizdikleri siyaset ve programlar esası üzerine oturtmalarıydı. Bu programları korumak ve himaye etmek için tahsilliler ordusu oluşturdular ve onları söz sahibi kıldılar.
Tüm İslam beldelerindeki Müslüman halkları birbirlerine düşmanlık etmede adeta yarıştırdılar. Asabiyetçiliği dinlerinin önüne geçirmede onlara öyle tuzaklar kurdular ki maalesef bu asabiyetçilik yangını halen katlanarak çoğalmakta. İslam akidesi üzerine kaim olan İslam coğrafyalarının Müslüman halklarının aralarına çekilen batıl ve suni sınırları sahiplenmelerini sağlayarak birbirlerinden uzaklaştırdılar. Ümmet birbirinden uzaklaştıkça da birbirini sevmez ve tahammül edemez oldu.
Durum Türkiye için de farklı olmadı. Cumhuriyetin ilanı ile Türkiye’de Ümmet anlayışından ulus anlayışına geçiş yapılmasıyla İslam’ın getirdiği kardeş olma ve ırkçılığın kötü olduğu bilinci ortadan kaldırıldı ve jakoben bir anlayışla herkes Türk kabul ettirilmeye çalışıldı. Yeni bir ulus yaratmak şiarıyla yola koyulan cumhuriyet rejimi, hâkimiyet kurduğu tarih boyunca özellikle Kürtlere yönelik çok yönlü inkar, imha, sürgün ve asimilasyon politikalarını hayata geçirdi.
Dakik bir bakış ile bakıldığında bugün adına Kürt meselesi denilen mesele aslında Hilafetin ilgası ile ortaya çıkmış bir meseledir. Çünkü Hilâfet, farklı din, ırk ve kültürlere sahip milletleri bir arada tutan yegâne sistemdi. Genç Cumhuriyetin Kürtlere yönelik aslı inkar ve sindirme politikası Şeyh Said kıyamı akabinde gerçekleşmiştir. Şeyh Said kıyamından sonra M. Kemal’in liderliğinde ülke genelinde bir “temizlik harekâtı” başlatıldı. Çıkarılan Takrir-i Sükûn ve iskân politikaları ile doğuda yapılacak katliamlar için meşru bir zemin oluşturuldu. Kürt dilinin men edilmesi maddesi dahil birçok maddeyi içinde barındıran “Şark Islahat Planı” yol haritası kabul edildi.
Devletin bu somut zulmü karşısında Kürt milliyetçiliği ekseninde birçok örgüt kuruldu. Bunların birçoğu da komünizmin farklı yorumları ile düşüncelerini şekillendirdiler. Fikrî ve siyasi olarak hareket edenlerin yanında silahlı mücadeleyi benimseyenler daha baskın çıktılar.
Silahlı örgütlerin faaliyetlerinin artması akabinde devletin zulmü daha da arttı. Zulüm arttıkça da örgütler güçlendi ve sonunda Kürt meselesi terör meselesine dönüştü.
Hilafetin ilgasından sonra Türkiye Cumhuriyeti, uyguladığı politikalarla İslam Ümmetinin evlatlarının akidelerini öğütüp onları birbirlerinin katili olacak duruma getirmiştir. Farklı batıl fikirler etrafında kitleleşmelerini sağladıkları İslâm Ümmetinin evlatlarından bazılarını akidelerine düşman ederken bir kısmının da akidesine muvafık olmayan fikirler peşinde koşturmalarına yol açtılar. Bir yandan gençleri bu batıl fikirlerin peşinden koşturdular diğer yandan da bu fikirler ile anayasal düzeni yıkmaya çalıştıkları gerekçesiyle bu gençleri gözaltı, tutuklama, işkence, hapis ve faili meçhul cinayetlerle katlettiler. Devlet bir yandan kamuoyuna yansıyan resmi bir zulüm politikası icra ederken gayri resmi olarak da faili meçhul cinayetler işledi ve halen de işlemeye devam ediyor.
İşin trajik tarafı şudur ki her parti iktidara gelene kadar devletin bu zulüm politikalarını eleştirerek oy topladı ve iktidara geldiklerinde ise zulüm noktasında haleflerine rahmet okutturacak politikalara imza attı.
Bugün geldiğimiz noktada ise algılarıyla oynanması neticesinde meselenin şerî boyutunu idraki kaybeden Müslümanlar devletin işlediği katliamlara destek verirken terör örgütlerini ve katliamlarını telin etmeyi ise dindarlık olarak görmektedir.
1995’den beri her cumartesi bir araya gelip devletten evlatlarını isteyen Cumartesi Annelerini terör destekçisi anneler olarak gören hükümetler ve muhafazakâr kesim, HDP önünde oturarak evlatlarını isteyen anneleri ise destekleyerek bir kez daha Müslümanları ve onların acılarını önemsemediğini ispatlamış (!) oldu.
Müslümanlar şunu iyice anlamalıdır, Ümmetin evlatlarının akan kanlarının durmasına yönelik Türkiye Cumhuriyeti’nin bir çözümü bulunmamaktadır. Sol ve sağ hükümetlerin İslam’a, Müslümanlara ve Müslümanların değerlerine düşmanlığı bize bunu kanıtlamaktadır.
Müslümanlar olarak bizlere düşen; devlet veya terör örgütleri arasında orta bir yol tutmak değil, katliam kaos ve ötekileştirme politikalarının müsebbibi küfür sistemlerini ve anayasalarını reddetmek, sadece vahye dayanan anayasayı ve İslam’ın yönetim biçimi olan Raşidî Hilafeti ikame etmek için çalışmak ve çalışanlara destek olmaktır. İşte doğru kalkınma ve gerçek kurtuluş budur.
Sare Ayaz