İnsan olarak hayati değerlerimizi yitirmeden ayakta kalmaya çalıştığımız bir dönemden geçiyoruz.
İnsanlar giderek bireyselleşiyor, birbirleriyle olan bağları koparılıyor. Buna bağlı olarak yardımlaşma ve merhamet duygusu da bünyelerden söküp atılmış oluyor. İnsanlar yaşlı-genç, güçlü-güçsüz demeden kendi imkân ve çabalarıyla hayat mücadelesi vermeye terkediliyor. Herhangi bir suça bulaşmadan hayat sürdürmek ise her geçen gün daha da zorlaşıyor.
Üzerimize tatbik edilen ideoloji beşer aklından çıktığından bu ideolojiyi benimseyip uygulayan devlet de yasal olarak sağlaması mecburi olan her türlü hakkı sağlamada yetersiz ve aciz kalıyor.
İşin kötü yanı ise her alanda çöküntüde olan insanlık için çözüm sunması gereken mecraların vahim durumu. Bu mecradakilerin bir kısmı sadece kendi menfaatleri çerçevesinde hareket ederken kalan kısmı ise batmak üzere olan bir gemiden mal kaçırır gibi hayattan, haklı haksız pay alma yarışına giriyor. Kaos, dengesizlik, doyumsuzluk, hırs, öfke ve insanın fıtratına uygun olmayan bir dizi hasletle çepeçevre kuşatılıyoruz. Böylece adaletin tesis edilemediği toplumlarda yaşamak insanlığımızı, dünyamızı, ahiretimizi bizden alıp götürüyor. En kötüsü de bu hayat tarzıyla yaşamak zorunda olduğumuza ikna edilmişiz ve çıkış yollarının kapandığını zannedip sunulan çözümsüz alternatifler arasında bocalayıp durmuşuz. Adaletsizlikten –maddi ve manevi- en çok nemalananlar, basiret ve ferasetle bakan insanları zulümle susturarak ve çözüme giden aydınlık yolu kerih göstererek insanlığın hak ettiği değerlerden mahrum bir şekilde yaşamasına uzun vadede zemin hazırlıyorlar.
Aslında onların bu çabaları beklenilen o adalet nurunun doğuşunu ne engeller ne de geciktirir. Sadece o nurun aydınlattığı örnek şahsiyetlerden olma şerefinden yoksun bırakır kalabalıkları...
Bundan yüzyıllar öncesine bakalım, Ömer Bin Abdülaziz Rahimehullah halifeliği döneminde sokakları gezerken yaşlı ve muhtaç bir yahudiyi görüp memurlarına ona maaş bağlamaları emrini vermiştir.
Gençliğinde İslam Devleti'ne cizye ödeyen bu yaşlının o düşkün halini görmezden gelmek; ne vicdana, ne insanlığa, ne de yöneticiliğe yakışır çünkü.
Hele ki o yönetici İslam’ın nuru ile aydınlanıp “adalet” denilince ilk akla gelen kişi Ömer Radıyallahu Anh’ın torunuysa. Düşünün, zorbalık olmadan kimsenin hakkının kimseye teslim edilmediği bir toplumdan; kendi fikrine, dinine, ırkına mensup olmayan birine dahi merhametle yaklaşılan, güven ve huzurun hâkim olduğu bir topluma…
Sadece insanların değil hayvanların dahi merhametle muamele gördüğü “Dağlara buğdaylar serpin Müslüman beldede kuşlar aç demesinler” diyen yöneticilerin olduğu bir topluma. Bugüne döndüğümüzde Müslümanlar için yaşamak, tıpkı kaygan bir zeminde düşmeden, yara almadan ilerlemeye çalışmak ile aynı hissiyatı veriyor. Her an cehennem çukuruna düşülebilir, Allah’ın gazabı isabet edebilir.
Haramlardan uzak durmaya çalıştıkça içine düşmesi sadece dünyanın aldatıcılığından değil, şu ayet-i kerimede geçtiği gibi aldatıcı boş bir illüzyonun içinde bulunmamızdandır:
﴿ مَثَلُ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْلِيَٓاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِۚ اِتَّخَذَتْ بَيْتاًۜ وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ ﴾ “Allah’tan başka varlıkların korumasına sığınanların durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva yapar, ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi!” [Ankebut 41]
Halbuki doğru eğriden açıkça ayrılmıştır. Allah’a inanıp kopmayan sağlam bir kulpa yapışan Müslüman için düşüş yoktur biiznillah. (Bakara 256)
Doğum ile ölüm arası tehlikeli yolculukta, Müslümanların dünya ve ahireti, kâfirlerin de dünya hayatlarının selameti için Rabbimize boyun eğip ona sunduğumuz kulluğu, adaleti de tesis ederek arz etmeliyiz.
﴿اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ لِمِثْلِ هٰذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ﴾ “Şüphesiz bu (cennetteki nimetlere ulaşmak) büyük bir başarıdır. Çalışanlar böylesi için çalışsınlar!” [Saffat 60,61]