Türkiye’nin gündeminde, uzun süredir boyutları saklanmaya çalışılan bir ekonomik kriz ve krize çözüm konusunda iktidarın adeta milletle dalga geçercesine yaptığı açıklamalar var. Türkiye’de finansal krizler ya da ekonomik krizler makro ekonomik yapının bozulmasıyla ortaya çıkan buhran dönemleridir. Türkiye’nin ekonomik kriz karnesine baktığımızda pek çok kriz dönemi yaşandığı görülmektedir. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı sonrası Türkiye’de yaşanan başlıca krizler; 1946, 1958, 1960, 1974, 1980, 1982, 1990, 1994, 2000-2001, 2008 ve 2018-2021 krizleridir. Peki, neden Türkiye’de bu kadar çok ekonomik kriz yaşanıyor? Neden Türkiye yıllardır ekonomik krizlerden kurtulamıyor? Krizlerin nedeni hükümetler mi? Maliye bakanları mı? Merkez bankası başkanları mı? Yanlış belirlenen para ve ekonomi politikaları mı?
Kuşkusuz her birinin ekonomik krizlerde hatrı sayılır katkıları vardır. Ama ekonomik krizlerin ki dünyadaki tüm ekonomik krizler de dahil arka planında çok daha büyük bir oyun, faize dayalı bir sistem ve kısır bir kriz döngüsü söz konusudur. Ekonomik krizlerin asıl nedeni ve tetikleyicisi kapitalizmdir. Sorun kapitalizmin artık çöktüğü ayyuka çıkan faize dayalı iktisat sistemi ve sömürü imparatorluğudur. Ekonomik krizler ve tabii olarak krizlerin getirisi faizle borçlanmalar, kapitalizmin faize dayalı iktisat sisteminin olmazsa olmaz bir parçası ve devletleri kıskaç altına almanın, halkların geleceğini sömürmenin en etkili yollarından biridir.
Kâfirlerin Müslümanların beldelerini ve gelişmekte olan ülkeleri ekonomik kıskaca almaları sanayi devrimiyle başlamıştır. Sanayi Devrimiyle birlikte hem ağır sanayi hem de teknoloji Batılı devletlerin tekeline girmiştir. Dünya gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler ve az gelişmiş ülkeler şeklinde gruplandırılmıştır. Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte de sömürgeci güçlerin önünde hiçbir engel kalmamış; Orta Doğu, Afrika ve Asya’nın her bir karışı sömürüye açılmıştır. Böylece Avrupa ve ABD gelişirken dünya gerilemiştir.
Gelişmek isteyen ülkelerin Batı’nın sanayi ve teknolojideki tekelini kırmaları diye bir şey söz konusu değildir. Teknoloji sömürgecilerin elinde olduğu için gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülke için iki seçenek mevcuttur: Ya doğal zenginliklerini satarak kamu harcamalarını karşılayacaktır ya da sömürgecilerden borç alacaktır. Aslında ekonomik kıskaca giriş iktidar ile başlar. Kişi ya da parti iktidar olabilmek ya da varolan iktidarını koruyabilmek için iç etkenlere (ülkedeki büyük iş adamları, sermaye sahipleri) ve dış etkenlere (kanatları altına girdiği dünya siyasetine yön veren ülkelere yada şirketlere) bazı sözler, tavizler verir ve vaatlerde bulunur.
İktidar, servet elde etme makamı olarak görülür. Ülkenin kaynakları, iktidar ve destekçilerinin keyfi, lüks harcamaları ve aç gözlü bir şekilde servetlerini daha da büyütebilmeleri için sınırsız muazzam bir kaynaktır. Tabii iktidar yapılan bu hırsızlığı kamu harcamaları adı altında gizleyerek göz boyamaya çalışır. Doğal olarak toplanan vergiler bu sınırsız kamu harcamalarına ve gerçek kamu harcamalarına yetmeyecektir. İşte bu durumda yeterli doğal zenginlikleri olmayan ülkeler borçlanma yoluna gitmektedir. Böylece ekonomik krizin ayak sesleri duyulmaya başlar.
Sistem şu şekilde işlemektedir: A ülkesi borçlanmak için B ülkesine ya da B ülkesindeki bir bankaya müracaat eder. B ülkesi bu müracaatı sevinçle karşılar ve faizle borç verir. İlk borçla birlikte çark dönmeye başlamıştır. Borç alınan para kamu harcamaları adı altında çarçur edilir. Alınan borcun gerçek anlamda ekonomik krize faydası olmaz. Kriz sadece belli bir süre için ötelenmiştir. Ödeme zamanı geldiğinde A devleti ya vergileri arttırarak para toplayıp borcunu ödeyecektir ya da faizleri yükseltecek.
Para toplamanın en kolay yolu faizleri arttırmaktır. Faiz artırımının tek hedefi kuşkusuz para toplamak değildir. Aynı zamanda döviz kurunun da düşmesi hedeflenir ki borç ödemesi kolaylaşsın. Faizler arttırılır para toplanır ama toplanan para dış borcun sadece faizine yetmektedir. Ve fatura halka kesilir. Faizin artmasıyla toplanan para dış borcun sadece faizine yettiği için ana paranın borcu halkın cebinden artırılan vergi ve zamlar ile çalınır. Bu arada faizlerin yükselmesinden dolayı ülke içinde yatırım ve üretim azalmış, istihdam oranları düşmüş ve işsizlik artmıştır. Reel piyasa adeta donmuş yaprak kımıldamaz hale gelmiştir. Piyasalardaki durağanlığı gidermek için faizlerin düşürülmesi gerekmektedir ki öyle de yapılır. Faizlerin düşmesi yerel para biriminin de değer kaybetmesine sebebiyet verir. Dövizin yükselmesiyle birlikte, ham madde ve birçok teknolojik ürün dışarıdan geldiği için maliyetler artar. Maliyetlerin artması halka enflasyon yani zam olarak yansır. Dövizin yükselişi yatırımcıyı kendisine doğru çektikçe yerel para biriminin değeri düşmeye devam eder. Tek çare devletin kasasından döviz satmak ve faizleri yeniden yükseltmektir. Merkez Bankası döviz satar, faizleri yükselttiğini ilan eder. Döviz rezervi tükendikçe ülkeye olan güven de azalır. Borç bulmak zorlaşır. Sömürgecilerin gözünü doyurmak için faizler yükseltildikçe yükseltilir ve böylece ardı arkası kesilmeyecek ekonomik krizlerin kısır döngüsü başlar devam eder gider.
ABD’li ekonomist John Perkins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” kitabında gelişmekte olan ülkeleri ekonomik yönden nasıl yönettikleri şu şekilde anlatılmaktadır:
“Biz ekonomik tetikçilerin en iyi yaptığı şeylerden biridir bu: Küresel bir imparatorlukları kurmak. Biz, diğer ulusları (en büyük şirketlerimizi, hükümetimizi ve bankalarımızı yöneten) şirketokrasiye boyun eğmeye zorlayan koşulları yaratmak üzere, uluslararası finans kuruluşlarını kullanan seçkin bir grubuz ve mafyadaki muadillerimiz gibi, “iyilik” de yaparız: Bunlar genellikle altyapı (elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, sanayi siteleri) yatırımları için verilen borçlar şeklindedir. Bu tip borçların bir şartı da tüm projelerin bizim mühendislik ve inşaat firmalarımız tarafından gerçekleştirilmesidir. İşin aslı, paranın çoğu ABD’yi terk etmez bile; sadece Washington’daki bankalardan New York, Houston ya da San Francisco’daki mühendislik ofislerine aktarılır.”
ABD’li ekonomistin itirafı aslında seçim meydanlarında halka hizmet olarak yapıldığı iddia edilen butun projelerin sömürgeci kâfirler için yapıldığını açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla borç/faiz döngüsünün daha ilk aşamasında, sıcak paranın yarıya yakını borç alan ülkenin kasasına girmeden ABD’de kalır.
Bunun ardından ikinci aşamayı Perkins şöyle anlatıyor: “IMF ve Dünya Bankası dâhil olmak üzere birçok çok ulusal ve uluslararası kuruluş, ABD tarafından kendi amaçlarını ve hedeflerini desteklemek için birer dış politika aracı olarak kullanılmıştır. Paranın bu şekilde şirketokrasi üyesi işletmelere (yani alacaklı tarafa) neredeyse anında geri gelmesine rağmen, borçlu ülke hem anaparayı hem de faizini son kuruşuna kadar ödemek zorundadır. Eğer bir Ekonomik komik yetikçi gerçekten başarılıysa verilen paranın miktarı o kadar yüksek olur ki, borçlu ülke birkaç sene sonra ödemelerini yapamaz hale gelir. İşte o zaman da biz, (tıpkı mafya gibi) diyetimizi isteriz. Bu da genellikle şunlardan bir veya birkaçını içerir: Birleşmiş Milletler’de alınacak bir kararda ülkenin vereceği oyun kontrolü, topraklarında askerî üsler kurulması, petrol ya da Panama Kanalı gibi değerli kaynaklara erişim. Bu arada borç yükümlülüğü tabii ki devam etmektedir ve küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenmiştir.” İşte böylece sömürgeci devletler az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeleri esaret altına alır. Ona her istediğini yaptırır. İstekleri yerine getirme noktasında direnen ülkeleri ekonomilerini batırmakla tehdit ederler.
İşte Türkiye’de kapitalist çark aynen böyle işlemektedir. Ekonomik krizin nedeni gerçeği budur. Merkez Bankası Başkanları değişir, Maliye Bakanı değişir, iktidarlar değişir ama bu kısır döngü asla değişmez. Bugün kurulan sömürge çarkının vahim sonuçlarını turkiyesin sadece dış borçların faizine ödediği milyar dolarlar açıkça gösteriyor. Şöyle ki faiz bataklığında çırpınan Türkiye’nin 1975-2002 yılları arasında faize ödediği para 252 milyar dolar iken son 18 yılda bu rakam 510 milyar dolara çıkmıştır.
Ankara Ticaret Odası’nın araştırmasına göre, Türkiye, yılda ortalama 21.1 milyar, ayda 1 milyar 761 milyon, günde 57 milyon 918 bin, saatte 2 milyon 413 bin, dakikada 40.2 bin, saniyede de 670 dolar borç faizi ödemesi gerçekleştirdi. Saniyede 670 dolar! Korkunç bir rakam! Şöyle düşünün; 670 dolar yaklaşık 2 işçinin asgari ücreti demektir. Her saniye yani her nefes alış verişimizde 2 emekçinin 1 aylık alın teri faiz ödemesi adı altında sömürgeci güçlere aktarılıyor. Vahim tablonun akıllarda somutlaşması için son 18 yılda faize ödenen 510 milyar dolar ile neler yapılabilirdi onlara bakalım:
Bu felaketin boyutlarını düşünürken ortada henüz anaparanın olmadığını da tekrar hatırlatmak gerekir. İşte kapitalizm uyguladığı ekonomik kıskaç ve faiz ile işçinin emeğini, çocuklarımızın geleceğini böyle çalıyor.
Kapitalizm sermayenin sistemidir ve bu sistemin her bir noktası sermaye sahiplerinin çıkarlarını ve sömürü çarkını korumak için dizayn edilmiştir. Kuşkusuz bu bozuk düzeni yalnızca Raşidi Hilâfet Devletinin tatbik edeceği İslâm İktisat Nizamı yerle bir edecektir. İslam nizamı bugün toplumları kapitalizmin, yöneticilerin zulmünden kurtaracak tek nizamdır. Eğer hükümet halkın refah bir seviyeye ulaşmasını istiyorsa ekonomik açıdan yapacağı en büyük reform kapitalizmi ümmetin coğrafyasından söküp atmaktır. Ekonomik krizler den kurtulmanın, İlerlemenin, üstün ve büyük devlet olmanın tek yolu İslami Hilafet Devletini kurmakla olur.
Zeynep DENİZ