Kuşkusuz 13 asır boyunca İslam akidesine sıkı sıkıya bağlı olan İslam Ümmeti bu zaman zarfında gece gündüz Rablerini razı etmek için yaşarken bir yandan da İslam davetini üstlendi ve hakkıyla taşıdı.
Hal böyleydi ancak günler deveran etti, devlet eli ile yapılan cihat ve Arapçanın taşınması ihmal edilir oldu. Sonra ise Ümmete bela üzerine bela yağdı. Bu belalardan belki de en vahim olanı İslam akidesine bağlılıkta gevşeklikle beraber bu içine düşülmüş dipsiz kuyuya razı gelinerek daveti taşımanın ihmal edilmesiydi.
Bu ihmalin sonucu olarak bundan yaklaşık 100 yıl önce Müslümanların baş tacı olan Hilafet Devleti hain planlar yapılarak kâfir İngilizler ve İslam topraklarında onların uşaklığını yapan hainler tarafından yıkılınca insanlık 14 asır öncesindeki gibi cahili bir hayatı yaşamaya mahkûm edildi. Gayri İslami sistemler, şirk, fuhuş, haksızlık, adam öldürme, fitne, kargaşa, savaş ve birçok zulmü İslam’dan önceki döneme benzer şekilde her yere bulaştırdılar.
Bugün genelde insanlığın, özelde ise İslam Ümmetinin düştüğü bu zilletten kurtarıp kalkındırabilmek için ilk günkü gibi İslam davasına sarılmamız ve davayı hayatımızın merkezine koymamız elzemdir. Çünkü bu öyle bir davettir ki bireye, topluma ve devlete hayat verir. Öyle ki İslam’dan önce cahil ve zalim bir hayat yaşayan toplumlar İslam ile tanıştılar, kalkındılar ve daha yeryüzünde iken Cennet ile müjdelendiler. Öylesine sahip çıktılar ki davalarına davaları ile yükseldiler, yüceldiler ve Asr-ı Saadet Dönemini yaşadılar. Öylesine bir zamandı ki o, insanlık böyle bir zamanı ne onlardan önce ne de onlardan sonra göremedi, böyle bir asra şahit olmadı/olamadı.
O asrı “Asr-ı Saadet” yapan en önemli şey İslam’ın ve İslam davasının her şeyden üstün tutulmasıydı. Davalarında ısrarcı olmaları ve Allah’ın davetinin ölüm-kalım meselesi haline getirilmesiydi. İnsanı kullara kulluktan Allah’a kulluğa yükselten ise bu davanın candan, maldan, eşten, çocuktan, anadan, babadan ve aklımıza gelen tüm şeylerden üstün tutulmasıydı. Ashab-ı Kiram Rıdvanullahi Aleyhim davaları için yaşadılar, davaları için öldüler.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
﴿قُلْ اِنْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬كُمْ وَاَبْنَٓاؤُ۬كُمْ وَاِخْوَانُكُمْ وَاَزْوَاجُكُمْ وَعَش۪يرَتُكُمْ وَاَمْوَالٌۨ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَـهَٓا اَحَبَّ اِلَيْكُمْ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَجِهَادٍ ف۪ي سَب۪يلِه۪ فَتَرَبَّصُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ﴾ “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” [Tevbe 24]
Buna en güzel örneklerden biri de İlk Müslüman olan sahabilerden Habbâb’dır (ra). O (ra) demirci olup kılıç yapardı. Peygamber Efendimiz (sav) Onun (ra) dükkânına gider, Onunla (ra) görüşürdü. Bu görüşmelerinin neticesinde Habbâb (ra) Müslüman olmuş, ebedi saadet yolunu tutmuştu. Habbâb (ra) koruyucusuz olmasına rağmen Müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmemişti. Kureyşli müşrikler Onun (ra) İslam’a girdiğini duyunca Ona (ra) işkence ve eziyet etmeye başladılar. Çıplak vücuduna demir gömlek giydirip en sıcak günde, Ramdâ’da, vücudunun yağı eritilircesine, güneş altında tuttular. Güneşten kızgın hale gelmiş ya da ateşle kızdırılmış olan taşa, çıplak sırtı bastırıldığı halde söyletmek istedikleri küfrü gerektiren sözleri, Ona (ra) söyletemediler! O (ra) büyük bir imanla;
Bunun üzerine müşrikler hırslarından deliye dönüp daha fazla işkence yapmaya başladılar. Nitekim müşrikler, bir gün Onu (ra) yakalayıp soydular. Düz bir yerde yaktıkları ateşin içine sırtüstü yatırdılar. İçlerinden biri, ayağı ile Onun (ra) göğsünün üzerine basıp ateş sönünceye kadar kendisini o halde tuttu.Yıllar geçtiği halde bile Habbâb’ın (ra) sırtındaki yanıkların izleri, alacaları kaybolmadı! “Ömer (ra), Halifeliği sırasında, Habbâb’a (ra) müşriklerden çektiği işkenceyi sormuştu. Habbâb (ra) dedi ki:
Habbâb (ra) Allah-u Teâlâ’nın hükümlerinin yeryüzüne hâkim olması için çektiği zulümlerle ve bu zulme karşı olan dirayeti ve sebatıyla biz Müslümanlara en büyük örneklerden biridir. Çektiği bütün zorluk ve işkencelere rağmen dininden dönmemiş, davasından vazgeçmemiş ve davası uğrunda canını vermiştir.
Hilafet devletinin yıkılmasından bu yana ikincisini yaşadığımız cahiliye sisteminin (demokrasi ve laiklik) kaldırılması ve yüce İslam dinimizin hükümlerinin yeryüzüne hâkim olması için çalışmak her Müslüman ferdin hayattaki önceliği olmalıdır. Allah-u Teâlâ, Müslüman bir kimsenin İslam davasını yüklenmesini ve dava ile ilgili gerekli olan tüm işleri yerine getirmesini de farz kılmıştır.
Zira Allah-u Teâlâ İslam davasını taşımayı ve onu omuzlamayı öncelikli kılmış, İslam Devletinin ve her Müslümanın asıl görevinin İslam davasını taşımak olduğunu belirtmiştir. Bu anlamda Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
«أمرت أن أقاتل الناس حتى يقولوا: لا إله إلا الله. فمن قال: لا إله إلا الله عصم منى ماله ونفسه إلا بحقه. وحسابه على الله» “İnsanlar La ilaha illallah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Eğer onu kabul ederlerse, kanlarını ve mallarını benden -kelimeyi şahadet hariç- korumuş olurlar ve hesapları Allah’a aittir.” [Tirmizi:3264, Kitab-ut Tefsir’ül Kur’an]
Yani Müslümanın İslam davasını taşıması artakalan zamanda yapabileceği bir iş değil, onun asıl görevidir. Buna binaen Allah’ın hükümlerinin tekrar yeryüzüne hâkim olması ve İslam Ümmetinin tekrardan Allah-u Teâlâ’nın şeriatı ile şereflenmesi, yükselmesi eski izzet ve ihtişamına kavuşması için canla başla çalışmak, davalarına sımsıkı sarılmak ve davalarında ısrarcı olmak bütün Müslümanlara farzdır. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
﴿لِمِثْلِ هٰذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ﴾ “Dünyada çalışanlar, bunun gibi bir kurtuluş için çalışsınlar”. [Saffat 61]
RABİA KAHYA